Prof.Dr. Mustafa Öztürk’ün vahiy ve nübüvvet görüşüne dair:
Vahyin, mana ve anlamsal içeriğinin Allah'tan fakat vahyin lafıza (dile) dökülüşünün Rasulullah'tan olduğu görüşü birçok açıdan çok sıkıntı arz ediyor kanaatimce. Onları sıralamadan evvel, Öztürk’ün benimsediği görüşün kesinlikle usulü’d din dışı bir muhtevaya sahip olduğunu bilememiz gerekmektedir. Mustafa Öztürk lince uğradığı 40 küsür dakikalık konuşmasında retorik üstüne retorik yapıyor. Bu söylemimimi dayanaklandırmak istiyorum. Mustafa hocaya sormak istediğim basit bir soru var: Kur'an metninin kavramsal içeriğinin tamamının Allah'tan yalnızca dile dökülüşü Rasulullah'tan öyle mi?
Eğer böyle ise sizin görüşünüz, bizim gelenekte Farabi'nin vahiy ve nübüvvet anlayışına yakın bir görüş.
Ancak siz, bahsini ettiğiniz: "Kalem suresi 13.ayet" için, kullandığınız (haşa) "bu allah dili olabilir mi" cümlesi için mana ve kavramsal içeriğin de Rasulullah'tan olduğu gibi bir sonuca *ister istemez* çıkartmıyor musunuz? Neden bu soruyu sorma ihtiyacı hissettim? Çünkü siz: "Kalem suresi 13.ayet" için neden (haşa) Allah lafzı olamayacağını kendinizce gerekçelendiriyorsunuz ve gerekçelendirmenizi sunmadan önce konu bağlamında siyasetten örneklendiriyorsunuz daha sonra ise "Allah bu kadar güncel politiğin içerisine dalmış olamaz" diyor ve gerekçenizi sunuyorsunuz. Ürettiğiniz tefsir retoriğiniz: "politik muhtevası" olan neredeyse tüm ayetlerin, böylesi bir durum söz konusu olunca hem kavramsal içeriğinin hem manasının hem de lafzının yani metnin tamamının Rasulullah' tan olduğu gibi bir duruma kendinizi itiyorsunuz. Kabul edin veya etmeyin. Mevzu bahsini açtığınız konunun siyasi bir bağlamı söz konusu. Çok merak ediyorum da Mustafa hocam, siz bu tefsiri benimserken bunu göz ardı etmiş olamazsınız yani bu kadar da kör olamazsınız. Bunu ben dahi görmüşsem koskoca bir tefsir profesörünün görmüş olamama ihtimali yok. Ayetlerdeki Bunca ince nüansları görüp de bu kadar temel bir hata yapmış olamazsınız. Hani siz sürekli söylüyorsunuz ya: "sözlerim bağlamdan kopartıldı aslında ben Müslümanım" diye, madem sözünü ettiğiniz bu bağlam, ben buna söz konusu bağlam kullanarak bir cevap istiyorum ve arıyorum.
Bağlamından alınca da -bayağı bayağı- sizi ucuz şekilde topa tutan, "Yandaş İslamcı medyanın" bile haklı olduğu ortaya çıkıyor. Onlar :"Mustafa Öztürk, Kur'an'ın bazı ayetlerinin Hz. Muhammed’in sözünü olduğunu (haşa) söylüyor ve vahyi inkar ediyor" sözünde çok da haksız sayılmazlar neticede. Konuyu bağlamından alırsak şayet. Hülasa, Mustafa hoca; benimsediği tefsire göre her ne kadar -tabiri caizse- kıvırsa da "Peygamber; Velid Bin Mugire'ye kızdı, kattı karıştırdı" ortalığı diyor. (haşa) Bu durumda benimsenen vahiy-lafız ilişkisi konusunda ister istemez kavramsal içerik ve mananın da Rasulullah'tan olduğu ortaya çıkıyor. Yani (haşa) Allah'ın, Kur'an’daki bazı ayetlere içerik olarak hiçbir mana vermediği sonucu çıkıyor. Tabii Öztürk'ün savunduğu anlayışa göre. Kendisi Kur’anı inkar ettiğini açıkça söyleyemese de Kur'an’daki bazı ayetler için %100 manada hem kavramsal içerik olarak hem de dile dökülüşü olarak Rasulün lafzı diyor.
Bu kaçınılmaz görünmektedir. Mustafa hocanın kalkıp bunu kıvırmasının anlamı yok. Böyle kutsal kitap mı olur Mustafa hocam?
Bu arada, bu çürük temelli vahiy ve nübüvvet görüşünü benimseyip Kur'an’ın merkezine koymadığımız takdirde de "tarihselcilik, külliyen dinsizlik ile eş değer hale geliyor" Müslüman kalmanın artık bir manası kalmıyor. Yani soyut vahyin tercümanı Rasulullah olmadıktan sonra ve kavram içeriğin bazı ayetleri de Rasulullah'tan olmadıkça tarihselcilik temelden çürük görünüyor, bu vahyin, semantik içeriğinin dökümünü ayırdığımızda ise yani "vahiy ayrı lafıza dökülüşü ayrı" olarak ayırdığımızda ise sorunlu nosyonların sayısı Öztürk hocanın söylediği ile azalmıyor bilakis daha da çoğalıyor. Yani Mustafa Öztürk’ün linç ve hakaretlere maruz kaldığı 40 küsür dakikalık konuşmasının başında söylemiş olduğu "vahyin, lafız olarak peygamberden mana olarak Allah’tan" olduğu fikri daha tutarlı ve daha az sorunlu diğer anlayışın, yani Kur’an, hem mana hem lafız olarak Allah’tan görüşü daha sorunlu (haşa) öyle mi? Sorunlar karşılaştırılınca Öztürk’ün benimsediği algı daha tutarlı öyle mi? Bu oldukça sorunlu vahiy algısının çözülebilmesi yalnızca tek bir şarta bağlı: O da, Kur’an-ın tamamen Allah kelamı olduğunu inkar etmek. Başka da bir çözüm yolu yok. İlhami Güler tarihselciliğinden daha makul ve oturaklı bir yönelim olduğunu bilmenizi isterim. Nosyonlar azalıyor öyle mi Mustafa hocam?
Ortaçağ’da yaşamış Hrıstiyan filozof Ockhamlı William’ın fikir daraltma projesi ile adını koyduğu Ockham’ın Usturası, bizlere bu konularda neredeyse doğruya yakın olanı size peşinen verir. Hiç argüman bile sıralamanıza dahi gerek kalmaz. eğer bir çözüm fikri, gereksiz yere açıklama ve nosyon çoğaltıyorsa bu çözüm fikri nasıl doğru olabilir? Hem nosyon çoğaltıyor hem de Usulü’d Din dışı.
Bu fikir gerçekten mümkün olabilir mi?
Öztürk’ün kullandığı bir başka manipülasyon tekniği de "Allah’ın vahyi fonetik olarak ifade etmesi imkansız, bu yüzden lafzı Rasullullah dizayn etmiştir" görüşü.
Lakin Allah’ın bir sesinin olmaması (ki bu konu tartışılabilir, antropomorfik bir ses içermeyip farklı bir ses içeriği olabilir Allah’ın) veya vahyin fonetik olmaması, lafzın Rasullullah’tan çıktığını mı gösterir? Burada görüldüğü üzere "false dilemma" yani "hatalı ikilem safsatası" yapılmakta. O değilse o dur gibi bir ifade ile kestirilip atılıyor konu.
Kur’anın Kafirlere Karşı Tavrı Ve Eğitim Üslubu
İster katılırsınız ister katılmazsınız lakin şunu gördüm: Allah'ın Kur'anda kafirlere sert bir üslup kullanması tam manasıyla hak olan kutsal kitapta bulunması gereken niteliği ihtiva eder. Zira kutsal kitabın, duruşunun açık, net, kararlı ve zaman zaman kendileri ile savaşanlara karşı sert duruş göstermesi beklenmelidir. Dolayısıyla hiddet dilini Allah kullanır, Rasullah kullanmaz.
Çünkü cezalandırıcı sıfatı ancak Allah’a yakışır, evet Allah, kibri en yüce olandır. Mütekebbirdir, kibri en çok o hak eder ve sadece o, övülmeye layık olandır. Kur’anın en temel doktrini ve prensibi bu iken, Mustafa Öztürk, Rasul, Allah’a tercüman olduğu için bu sıfatları kendisi uydurmuştur gibi bir şey söylüyor. Bu söz hafif bir söz değildir. Öztürk Kur’anın neredeyse tamamına muhalif eden bir tefsir geliştiriyor.
Kur'andaki tekrarlar meselesinden Öztürk hoca rahatsız olmuş gibi. Başka bir konuşmasında aynen şu cümleyi kuruyor: "Bizim ulema bunu 'icazul kuran' teorisine katkı sağlasın diye mucize olarak telakki ediyor kur'andaki tekrarların neresi mucize?"
Öztürk hocam, profesör olması hasebiyle en nihayetinde öğretmen değil mi? Eğitim ve öğrenme psikolojisinde en temel ilkeler var.
Bunlar:
1.) Guthrie'den bitişiklik ilkesi
2.)Thorndike'dan sık tekrar ilkesi
3.) Kofka'dan bütünlük ilkesi
4.) Hebb'dan fizyoloji ilkesi
Thorndike'in görüşüne göre: "uyaran ile tepki arasındaki sinirsel bağ kullanıldıkça güçlenir. Ve uyaran sıklığı devamlı oldukça öğrenme kalıcı hale gelir"
Ve Thorndike, neredeyse bıktırıcı biçimde tekrarı savunur. Yalnızca Thorndike olmayıp "eğitimde tekrar" mefhumunun çoğu zaman etkili bir metot olduğunu söyleyen çok sayıda uzman pedagog vardır. Allahın, Kur'andaki tekrarları bu kadar yoğun kullanmasının sebebi "etkili bir öğretme metodu ve kalıcılık sağlama yöntemi" olduğu için olmasın sakın? Haa bana kalırsa Kur'anın bu özelliği muciz bir nitelik taşır.
Son olarak bu, Kur'andaki bedduaları Allah'ın etmesi ve söz konusu hakaret meselesine gelmek, naçizane kanaat belirtmek istiyorum.
Öztürk, bedduaları Rasullah’ın yaptığını zira Allah’ın olaylara müdahil olmayacağı çünkü koksoca kainatı yaratan Allah’ın böyle *tabiri caizse* basit işlerle uğraşmayacağı ve güncel politiğin içine bir komutan gibi (teşbihi caizse) girmesi tarzında bir söylemi söz konusu. Ama bu konu neye göre basit kime göre basit? Allah, zaten teosentrik (Tanrı merkezli dil) kullanır, yani Kur’anda yağmuru da bizzat direkt Allah yağdırır, Ateşi de bizzat o yandırır, düşmanı da bizzat o bozguna uğratır hatta hatta düşmana bizzat oku o fırlatır. "(oku) attığında da sen atmadın, Allah attı" (Enfal 17-18) Tabii buradan direktmen Allah’ın ete kemiğe bürünüp ok atması kastedilmiyor elbette. Ama şu kastediliyor: Allah her daim her zaman sürece müdahil. Yani tamamıyla Aristocu bir Tanrı algısından uzak olduğunu söylemek gerekmektedir. Deistik bir profilden oldukça uzak bir dil sergiler Kur’an-ı Kerim’in teosentrik yapısı, bu ise Allah’ın her sürece dahil olduğunu ve bizzat kendi ifade üslupları ile açımladığı ihtimalini güçlü kılar. Peki ya Allah’ın beddua ve hakaret etme meselesi hangi bağlamda ele alınmalı ve nasıl bir tevil metodu geliştirilmeli?
Bana kalırsa hiçbir tevile hacet duymaz. Evet, Allah; bol bol nimetini verip dünya kadar servet bahşedip, her istediğini bu dünayda önüne seren bir Allah’tır dolayısıyla bu kadar zenginlik ve ihtişam bahşettiği kulundan da kulluk vazifesi beklemesi çok doğal olacaktır hatta bu kadar nimet verip de Rasullullah’ı canından bezdirenlere de en sevdiği ve seçtiği kulunu koruyup gözetecektir bu yüzden de gerekirse hakaret de edebilecektir. Ben bunda hiçbir sorun görmediğim gibi Allah’ın kuluna o kadar nimeti bahşettikten sonra tabiri caizse şerefsizlik eden, ve soysuz olan kuluna soysuzluğunu hatırlatacaktır. Kalem suresi 13. Ayette geçen ‘Zenim’ ifadesi böyle bir mana taşır. Babası annesi belli olmayan bir insana "onun anlayabileceği bir dil ile mukabele edilmesinde" nasıl bir sorun var anlayamıyorum. Birde bu (piç) kelimesi ile biten ifadeyi ve soyu sopu bozuk olan bir insana; kınama, uyarma ve hatırlatma mahiyetiyle soyunun sopunun bozuk olduğunu ve kendisinin de nasıl bir haysiyetsizlik yaptığını ifade edici söz konusu kelime (piç) kelimesidir. Bu kelime, kavga jargonundan bağımsız bir serzeniş veya daha doğru bir ifadeyle "bir itham kalıbı" olarak da kullanılabileceği gibi kavga jargonu olarak da kullanılabilir. Ancak Mustafa Öztürk, burada bir mantık safsatasına başvurup bunu yalnızca kavga jargonuna indirgiyor. Asıl Rasullullah’ın örnek teşkil etmesinden ötürü Allah’ın sözlerine müdahil olması beklenmez, Öztürk’ün tevil metodu Rasul’ün Allah’a tercüman olması değil Rasül’ün haşa kelam uydurması demek oluyor. Özetle, Rasul’ün canını yakan kimselere Allah beddua ediyor ve Kalem suresi 13. Ayetteki gibi sert bir kınama veriyor. Adeta şu mesajı veriyor: "bu isimler öyle iflah olmaz kimseler ki koca kainatı yaratan Allah, dahi onlara beddua ediyor" Sanırım sorun, Allah’ı insani refleksleri olan bir varlıkmış gibi algılamaktan kaynaklanıyor. Hayır, Allah kendisine "Malik-ül Mülk" diyor. Mülkün, sadece ona ait olduğunu ifade ediyor. Ve kendisinin en büyük kibir sahibi olduğunu ve buna hakkı olduğunu söylüyor. Hal böyle iken "Rasullullah’ı canından bezdiren amcasına" bedduayı Allah isterse yapacaktır. Bunda anormal hiçbir durum söz konusu değildir. Nitekim "göğe Andolsun", "gök cisimlerine and olsun" minvalindeki ifadeler de Allah’ın yemini ve duası (rahmet ile muamele etmesi, ihsan eylemesi) gibi bir anlam ihtiva eder. Bu Arapça’da bir çeşit belagat sanatı olup Allah’ın kendi kendisine dua etmesi gibi bir durum söz konusu değildir.
Bir ayet ile bu konuyu bitirmek istiyorum:
Yarattığım o şahsı (cezalandırmak üzere) tek başına bana bırak!
Kendisine geniş bir servet ve gözü önünde duran oğullar verdiğim
Önüne nimetleri serdikçe serdiğim, arkasından daha fazla vermemi bekleyen kişiyi! (Müdessir 11-15)
"Yarattığım o şahsı bana bırak" diyor Allah, salt lafız Rasulden ise semantik ve mana Allah’tan ise bu nasıl mümkün olabilir?
No comments:
Post a Comment