Tuesday, April 30, 2024

19 Mucizesi'nin Eleştirisi

Eleştirinin konusu: Bu eleştiri, teknik bir eleştiri olmayıp mantıksal bir eleştiridir. Daha net bir ifade ile bu eleştiri on dokuz sisteminin içeriğindeki mucize detaylarını, keyfi şekilde yapılan veya yapılmayan matematiksel işlemleri ya da yapılan numerolojinin hatalı ve keyfi olduğunu göstermemektedir. On dokuz sistemi ile Kur’an-Kerim’e Tövbe suresi son iki ayetin sonradan Kur’an-Kerim’e eklendiğine dair görüşün ne denli dayanaksız ve çürük temellere dayandığını gösterip  söz konusu bu mucize iddiasının Kur’anın genel kontekstine (bağlamına) aykırı olduğunu ve konu bağlamında söz konusu sunulan 19 mucizesinden daha farklı net, anlaşılabilir ve eleştirilmesi neredeyse mümkün olmayan bir mucize argümanı sunacağım. En güçlü argümanı ise sona saklayacağım. 

                  Öncelikle, “19 mucizesi” iddiasını temelden bir incelemek istiyorum. Nedir bu 19 mucizesi? 19 Mucizesi, Reşad Halife’nin sistematikleştirip “Kur’anda 19 mucizesi var” şeklinde lanse edip ayetlerin; sure sayılarının, harf sayılarının, Kur’an’daki sure konumlarının on dokuz sayısının katlarına denk gelecek şekilde olduğunu “Tevbe suresi son iki ayetin”  bu sisteme aykırı sonuç verdiğini ve Kur’an’daki Hicr suresi 9. Ayeti’nin işaret ettiği şekilde Kur’an’ın 19 sistemi ile korunduğunu dolayısıyla bu iki ayetin Kur’an’dan olmadığını iddia ettikleri bir görüştür. Ancak bu sistemi savunanların, tek tip olmadığının bilinmesi gerekiyor. Bu isimler şu başlıklarda incelenebilir: 

a.) Kur’an’da 19’ mucizesi vardır fakat ayet inkar edilmemelidir.

b.) Kur’an’da 19’ mucizesi vardır ve -tövbe suresi son iki ayet- inkar edilmelidir.

c.) Kur’an’da 19’ mucizesi vardır fakat sunulan biçimde geçmediği gibi edebi bir mucizesi de vardır.

                Bizim yoğunlaştığımız ve eleştirel, fikri saldırıda bulunacağımız alan b.) maddesi olacaktır. Ve c.) maddesinin doğruluğu ile ilgili de argüman sunulacaktır. Yani “mucize için ayet inkarı” konumuna fikri eleştiri yapılacaktır aynı zamanda edebi bir mucize olduğuna dair argüman sunulacaktır.

                Söz konusu bu mucize iddiası, *dört sebep ile* çok ciddi sorunlar ile baş etmek zorunda. Bunlar:


1.) Mucize İddiasının, tevatür bilgiye aykırı olması 

Bu şekilde bir mucize iddiasının, tevatür bilgiye tam tamına zıt ve aykırı olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Tevatür bilgi, sözlük anlamıyla: “Herkes tarafından duyulan ve işitilen” haber kaynağıdır, çok sayıda insanın o durum ile hem hal olmasından hareketle çok yaygın ve bilinen bir şey olması  olarak gelen haber manasını taşır. Örn, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u 1453 yılında fethettiği” bilgisi. Kanuni Sultan Süleyman’ın 16. Yy Osmanlı Padişahı olduğu bilgisi. Veya en temelden Kur’an-ı Kerim’in Mushaf olarak elimizde bulunması ve gelmesi, ibadetlerin nasıl yapılacağının bilgisi. 

Örnekler bu şekilde çoğaltılabilir elbette, dikkatinizi bir şey çekti mi? Bu az evvel anlattığımız durumlar, olaylar veya olgular ; dikkat ederseniz, değiştirilmesinin neredeyse imkansız olduğu durumlar, yani o kadar ciddi bir yaygınlık ve tevatür seviyesi var ki bu bilgiyi değiştirmemizin imkanı neredeyse yok gibi. Tevatür olan ile tevatür olmayanın ayrımını çok iyi yapmak gerekiyor. Bugün, birisi çıkıp: “İstanbul’u fetheden aslında Fatih değildi İstanbul’u Ahmet Osman isimli bir Yeniçeri ağası fethetti” diye fikir beyan etse bu isim ne kadar ciddiye alınır? Veya alınır mı? Hatta bu figürün kendince ispatları da olsa bile böyle bir şahıs bu kadar yaygın ve meşhur bilgiyi değiştirebilir mi? Böyle bir şey mümkün mü?
Eğer böyle bir şey mümkün değilse ve Kur’an-ı Kerim’de mü-tevatir haber ile elimize kadar ulaşmışsa tövbe suresi son iki ayetin sonradan eklenmesi ve Reşad Halife’nin bunu tespit etmesi nasıl mümkün olabilir?

Karşıt tez: “bugün tevatür olup da bu yaygın bilginin yanlış olduğunu söyleyen akademisyenler var ve bunlar oldukça geniş kitlelere hitap ediyorlar. Örn. Prof.Celal Şengör, katıldığı bir programda ‘Fatih’in Müslüman olması tartışılıyor’ gibi bir cümle kurmuştu dolayısıyla bu argümanınız temelsizdir.”

Karşıt teze cevap: Tevatür bilgi ile normal haberi öncelikle bir ayrıştırmak gerekiyor, iki bilginin kıyasının yanlış olduğunu aktarmak isterim. Fatih, Müslüman değildi demek ile Fatih, İstanbul’u fethetti demek arasında çok ciddi bir fark var. Bu farkların en büyüğü: Bir kimsenin, teolojik pozisyonunu değiştirmesi kendi içsel muhakemesi ile değişen bir şey olduğu için bunun tartışılması veya farklı şekilde tanıtılması daha doğru bir tavırdır. Bu, onu meşhur bilgi yapmadığı gibi sadece bir retorik malzemesi yapacaktır. Ayrıca Fatih’in Müslüman olmadığına dair iddiaların temelsizliğine dair Prof.İlber Ortaylı’nın sunduğu çok sayıda gerekçe ve argüman vardır, söylediğim gibi bu sadece spekülasyon olup meşhur bilgiden uzaktır. 

Tevatür haber, tarihi belge niteliği taşır
Kur’an mütevatir gelmiştir
Mütevatir bilginin değişmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla Kur’ana sonradan ekleme&çıkartma yapılması mümkün değildir.

Argüman, bu şekilde özetlenebilir.

         2.) Mucize İddiasının Ockham’ın Usturası ile çelişmesi

         Mucize iddiasının, basitlik ilkesi (Ockham’ın usturası ile çelişmesi) durumudur. İlk duyduğumuzda garip karşıladığımız: “Ockham’ın Usturası” ne anlama gelir? Hemen kısaca açıklayalım.

         Ockham’lı William isminde Hristiyan bir filozof ortaçağda şu anda bilgi felsefesinde de geçerliliğini koruyan “Ockham’ın Usturası” problemini ortaya atar, doğru bilgiye ulaşmak için birden fazla açıklamanın bulunduğu bir ortamda “nosyonların daraltılmasını” gerektiğini savunur, nosyon daraltma demek ise: “Doğru bilgiye en yakın olan bilgi en az açıklamayı yapan en az veriyi sunan en kısa yoldan çözüme giden bilgidir” şeklinde ifade eder. Bu bağlam ile baktığımızda şu tablo karşımıza çıkıyor.

a.) Kur’an-ı Kerim’in anlamsal ve kavramsal içeriği bize tamamen korunarak gelmiştir. 

b.) Kur’an-ı Kerim’in anlamsal ve kavramsal içeriği değişmiştir, Tevbe suresi son iki ayet Kur’an’a sonradan eklenmiş ve içerik değiştirilmiştir, bu gerçeği Reşad Halife ortaya çıkartmıştır. Ve Kur’an 19 sistemi ile korunmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’in 19 sistemi ile korunup Tevbe suresi son iki ayetin reddedilmesi gerektiği kanaatinde olanlar, aslında yukarıda gördüğünüz üzere “Ockham’ın Usturası” problemine *ister istemez* takılmaktadırlar. Göründüğü gibi iki açıklama ve bir açıklamanın karşısında nosyon çoğaltılarak ve kapsam genişletilerek cevap veriliyor, dolayısıyla 19 sistemi savunucuları “Ockham’ın Usturası” gibi ciddi bir sorun ile yüzleşmek zorunda kalıyor.


3.) Allah bunca yıl bu kadar Müslüman’ı kandırdı mı? 

Evet, soru çok açık ve net. 19 Sisteminin savunucuları bizlere: “Aslında Kur’anda Tevbe suresi son iki ayet sonradan Kur’an’a eklenmiştir ve Reşad Halife bunu ortaya çıkartmıştır” demekle aslında bizlere; “Allah, bu kadar yıl boyunca Müslümanları kandırdı” demektedirler. Çünkü eğer Kur’an normal haliyle iki sure eksik olmalıysa; bu kadar alimin, bu kadar din adamının ve bu kadar hafızın yanlış ve fazla bir metin ile ilim çalışmalarında bulunmasına, eğitim vermesine ve yanlış ve fazla bir metnin ezberlenmesini istemiş olacaktır. Ve bu, hak olan bir kutsal kitapta beklenti içerisinde olmayacağımız, çok ihtimal dışı bir durumdur. Allah’a yalancılık isnat edilmesi kaçınılmaz olacaktır. Oysa ki Allah’ın kötü ve noksan sıfatlardan münezzeh olduğu ile alakalı çok sayıda ayet mevcuttur. “Yalancılık kötüdür” deriz, kötülük yapmak, kötü davranmak noksan sıfat değil midir? Bakın, argümanı: “Bu kadar yıl boyunca Müslümanlar bilmedi de siz mi biliyorsunuz” minvalinde geliştirmiyorum, dikkat çekmek isterim. Zira bugün sokağa çıkıp sorduğumuzda Müslüman halkın %90’ının ismini daha önce hiç duymadığı  bir ismi bu kadar temel akidevi konumda baz alıp ayet inkarı pozisyonuna çekilmek, en hafif tabiriyle “düşünce tembelliği” olacaktır. Çünkü biz biliriz ki İslam akidesi içerisinde doğruluk payı olan şaz görüşler (gölgede kalmış) görüşler olmuştur. Ancak, bunlar çoğunlukla müteşabih konumda olmaktadır, şaz görüşler hüküm ihtiva eden meselelerde temel akidevi mesele olarak asla baz alınmazlar.

Karşıt tez: “Allah, bu kadar yıl boyunca gayrimüslimleri kendi kitaplarının değiştirilmesine müsade ederek kandırdı mı?”

Karşıt teze cevap: Bu tez, İslam’ın kutsal kitabının hak kitap olduğunu baz alınarak yapılan bir eleştiri değildir. Gerçekten Tanrı’dan gelen bir vahiy, mana veya içeriğin değişmemesi, otantik kalması beklenmelidir. Gerçek olmayan bir kutsal metinden söz konusu bu durum beklenilen bir şey değildir.


4.) Mucize iddiasının “Ali İmran 7.Ayet”  ile çelişmesi ve Kur’anın sunduğu edebi mucize.
              

 Kur’an’ın sunmuş olduğu edebi mucizeye geçmeden hemen önce söz konusu ayeti incelemek ve 19 mucizesi ile çelişen yönünü aktarmak istiyorum. 

“Sana kitabı indiren O’dur. Onun (Kur’an) bir kısım âyetleri muhkemdir, ki bunlar kitabın esasıdır, diğerleri ise müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu (kişisel arzularına göre) te’vil etmek için ondaki müteşâbihlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun te’vilini ancak Allah bilir; bir de ilimde yüksek pâyeye erişenler. Derler ki: Ona inandık, hepsi rabbimiz katındandır. (Bu inceliği) yalnız aklıselim sahipleri düşünüp anlar.”

كلل (kullün) ifadesi topluca, tümüyle, tamamını vb. manalarını taşır dolayısıyla o müminler için Kur’an’ın tamamına iman ederler yani bizdeki bir ifade gibi “tamamı ama bir ikisi hariç” gibi bir ifade içermez, Kullün ifadesi tamamı eksiksiz olacak şekilde bir siga betimler.

Dolayısıyla bu bağlam ile bakıldığında 19 Mucizesi savunucuları, buradaki aklı selim sahiplerinin dışında kalan, kalplerinde eğrilik bulunan kimseler oluyorlar. Çünkü Kur’an, aklı selim sahiplerinin “kitabın tamamının, Rabbin katından olduğunu” söylemektedir. 19 Mucizesi savunurları böylesi bir durumda, “kitabın tamamı Rabbin katından fakat Tevbe son iki ayet Rabbin katından değil” gibi bir mana ve tev’il yapmak zorundadırlar, böyle bir tev’ilin tabiri caizse “ayet bükmekten” farkı nedir? Alenen *hepsi Rabbimizin katındandır* gibi bir ifade varsa bu nasıl mümkün olabilir. Bu iki durumun* Ayet ile söz konusu mucize formunun* çeliştiği çok açıktır.

         Konunun bağlamı dahilinde *başta söylemiş olduğum gibi* bir edebi mucizeye dikkatinizi çekmek istiyorum. *Dikkat ederseniz* ayette: “kalplerinde eğrilik bulunanlar oradaki müteşabih (benzeşen) ayetlerin peşine düşerler” ifadesi var. “Üzerinde on dokuz vardır” Müddessir Suresi 30. Ayeti “Müteşabih(benzeşen)” ayet olduğu için açık şekilde yıllar sonra gelecek olan Reşad Halife gibi isimlere işaret edip Allah’ın, onlara dair söylemiş olduğu: “kalplerinde eğrilik bulunanlar ondaki müteşabihler’in peşine düşerler” ifadesi resmen tecelli olmuş oluyor, zira 19 mucizesi savunurları da bunu yapıp Mütaşabih’in peşine düşüp ayet inkar etmiyorlar mı?

Asıl mucize bu kısımdadır işte Kur’an’ın asli edebi mucizesi buradadır. Zira Müddessir 31. Ayet de oldukça çarpıcıdır. O ayette ise: “Onların sayısını inkar edenler için bir imtihan vesilesi yaptık ” Buradaki bahsi geçen imtihan, Kur’anın nüzulundan yıllar yıllar sonra 19 mucizesi diyerek ayet inkarıyla sonuçlanan sürecin imtihanı olmasın sakın.


Bu arada Tevbe son iki ayetin yazılı olduğu ilk dönem nüshaları ve kaynakçalar aşağıdadır.

Tuesday, April 23, 2024

Allah, Kuluna Hakaret Eder Mi ? (Mustafa Öztürk'ün Vahiy Görüşünün Eleştirisi)

Prof.Dr. Mustafa Öztürk’ün vahiy ve nübüvvet görüşüne dair:



            Vahyin, mana ve anlamsal içeriğinin Allah'tan fakat vahyin lafıza (dile) dökülüşünün Rasulullah'tan olduğu görüşü birçok açıdan çok sıkıntı arz ediyor kanaatimce. Onları sıralamadan evvel, Öztürk’ün benimsediği görüşün kesinlikle usulü’d din dışı bir muhtevaya sahip olduğunu bilememiz gerekmektedir. Mustafa Öztürk lince uğradığı 40 küsür dakikalık konuşmasında retorik üstüne retorik yapıyor. Bu söylemimimi dayanaklandırmak istiyorum. Mustafa hocaya sormak istediğim basit bir soru var: Kur'an metninin kavramsal içeriğinin tamamının Allah'tan yalnızca dile dökülüşü Rasulullah'tan öyle mi?

Eğer böyle ise sizin görüşünüz, bizim gelenekte Farabi'nin vahiy ve nübüvvet anlayışına yakın bir görüş.

              Ancak siz, bahsini ettiğiniz: "Kalem suresi 13.ayet" için, kullandığınız (haşa) "bu allah dili olabilir mi" cümlesi için mana ve kavramsal içeriğin de Rasulullah'tan olduğu gibi bir sonuca *ister istemez* çıkartmıyor musunuz? Neden bu soruyu sorma ihtiyacı hissettim? Çünkü siz: "Kalem suresi 13.ayet" için neden (haşa) Allah lafzı olamayacağını kendinizce gerekçelendiriyorsunuz ve gerekçelendirmenizi sunmadan önce konu bağlamında siyasetten örneklendiriyorsunuz daha sonra ise "Allah bu kadar güncel politiğin içerisine dalmış olamaz" diyor ve gerekçenizi sunuyorsunuz. Ürettiğiniz tefsir retoriğiniz: "politik muhtevası" olan neredeyse tüm ayetlerin, böylesi bir durum söz konusu olunca hem kavramsal içeriğinin hem manasının hem de lafzının yani metnin tamamının Rasulullah' tan olduğu gibi bir duruma kendinizi itiyorsunuz. Kabul edin veya etmeyin. Mevzu bahsini açtığınız konunun siyasi bir bağlamı söz konusu. Çok merak ediyorum da Mustafa hocam, siz bu tefsiri benimserken bunu göz ardı etmiş olamazsınız yani bu kadar da kör olamazsınız. Bunu ben dahi görmüşsem koskoca bir tefsir profesörünün görmüş olamama ihtimali yok. Ayetlerdeki Bunca ince nüansları görüp de bu kadar temel bir hata yapmış olamazsınız. Hani siz sürekli söylüyorsunuz ya: "sözlerim bağlamdan kopartıldı aslında ben Müslümanım" diye, madem sözünü ettiğiniz bu bağlam, ben buna söz konusu bağlam kullanarak bir cevap istiyorum ve arıyorum. 

                  Bağlamından alınca da -bayağı bayağı- sizi ucuz şekilde topa tutan, "Yandaş İslamcı medyanın" bile haklı olduğu ortaya çıkıyor. Onlar :"Mustafa Öztürk, Kur'an'ın bazı ayetlerinin Hz. Muhammed’in sözünü olduğunu (haşa) söylüyor ve vahyi inkar ediyor" sözünde çok da haksız sayılmazlar neticede. Konuyu bağlamından alırsak şayet. Hülasa, Mustafa hoca; benimsediği tefsire göre her ne kadar -tabiri caizse- kıvırsa da "Peygamber; Velid Bin Mugire'ye kızdı, kattı karıştırdı" ortalığı diyor. (haşa) Bu durumda benimsenen vahiy-lafız ilişkisi konusunda ister istemez kavramsal içerik ve mananın da Rasulullah'tan olduğu ortaya çıkıyor. Yani (haşa) Allah'ın, Kur'an’daki bazı ayetlere içerik olarak hiçbir mana vermediği sonucu çıkıyor. Tabii Öztürk'ün savunduğu anlayışa göre. Kendisi Kur’anı inkar ettiğini açıkça söyleyemese de Kur'an’daki bazı ayetler için %100 manada hem kavramsal içerik olarak hem de dile dökülüşü olarak Rasulün lafzı diyor.


               Bu kaçınılmaz görünmektedir. Mustafa hocanın kalkıp bunu kıvırmasının anlamı yok. Böyle kutsal kitap mı olur Mustafa hocam?


               Bu arada, bu çürük temelli vahiy ve nübüvvet görüşünü benimseyip Kur'an’ın merkezine koymadığımız takdirde de "tarihselcilik, külliyen dinsizlik ile eş değer hale geliyor" Müslüman kalmanın artık bir manası kalmıyor. Yani soyut vahyin tercümanı Rasulullah olmadıktan sonra ve kavram içeriğin bazı ayetleri de Rasulullah'tan olmadıkça tarihselcilik temelden çürük görünüyor, bu vahyin, semantik içeriğinin dökümünü ayırdığımızda ise yani "vahiy ayrı lafıza dökülüşü ayrı" olarak ayırdığımızda ise sorunlu nosyonların sayısı Öztürk hocanın söylediği ile azalmıyor bilakis daha da çoğalıyor. Yani Mustafa Öztürk’ün linç ve hakaretlere maruz kaldığı 40 küsür dakikalık konuşmasının başında söylemiş olduğu "vahyin, lafız olarak peygamberden mana olarak Allah’tan" olduğu fikri daha tutarlı ve daha az sorunlu diğer anlayışın, yani Kur’an, hem mana hem lafız olarak Allah’tan görüşü daha sorunlu (haşa) öyle mi? Sorunlar karşılaştırılınca Öztürk’ün benimsediği algı daha tutarlı öyle mi? Bu oldukça sorunlu vahiy algısının çözülebilmesi yalnızca tek bir şarta bağlı: O da, Kur’an-ın tamamen Allah kelamı olduğunu inkar etmek. Başka da bir çözüm yolu yok. İlhami Güler tarihselciliğinden daha makul ve oturaklı bir yönelim olduğunu bilmenizi isterim. Nosyonlar azalıyor öyle mi Mustafa hocam?


Ortaçağ’da yaşamış Hrıstiyan filozof Ockhamlı William’ın fikir daraltma projesi ile adını koyduğu Ockham’ın Usturası, bizlere bu konularda neredeyse doğruya yakın olanı size peşinen verir. Hiç argüman bile sıralamanıza dahi gerek kalmaz. eğer bir çözüm fikri, gereksiz yere açıklama ve nosyon çoğaltıyorsa bu çözüm fikri nasıl doğru olabilir? Hem nosyon çoğaltıyor hem de Usulü’d Din dışı.


Bu fikir gerçekten mümkün olabilir mi?


Öztürk’ün kullandığı bir başka manipülasyon tekniği de "Allah’ın vahyi fonetik olarak ifade etmesi imkansız, bu yüzden lafzı Rasullullah dizayn etmiştir" görüşü. 


Lakin Allah’ın bir sesinin olmaması (ki bu konu tartışılabilir, antropomorfik bir ses içermeyip farklı bir ses içeriği olabilir Allah’ın) veya vahyin fonetik olmaması, lafzın Rasullullah’tan çıktığını mı gösterir? Burada görüldüğü üzere "false dilemma" yani "hatalı ikilem safsatası" yapılmakta. O değilse o dur gibi bir ifade ile kestirilip atılıyor konu.


Kur’anın Kafirlere Karşı Tavrı Ve Eğitim Üslubu


İster katılırsınız ister katılmazsınız lakin şunu gördüm: Allah'ın Kur'anda kafirlere sert bir üslup kullanması tam manasıyla hak olan kutsal kitapta bulunması gereken niteliği ihtiva eder. Zira kutsal kitabın, duruşunun açık, net, kararlı ve zaman zaman kendileri ile savaşanlara karşı sert duruş göstermesi beklenmelidir. Dolayısıyla hiddet dilini Allah kullanır, Rasullah kullanmaz.

Çünkü cezalandırıcı sıfatı ancak Allah’a yakışır, evet Allah, kibri en yüce olandır. Mütekebbirdir, kibri en çok o hak eder ve sadece o, övülmeye layık olandır. Kur’anın en temel doktrini ve prensibi bu iken, Mustafa Öztürk, Rasul, Allah’a tercüman olduğu için bu sıfatları kendisi uydurmuştur gibi bir şey söylüyor. Bu söz hafif bir söz değildir. Öztürk Kur’anın neredeyse tamamına muhalif eden bir tefsir geliştiriyor.


Kur'andaki tekrarlar meselesinden Öztürk hoca rahatsız olmuş gibi. Başka bir konuşmasında aynen şu cümleyi kuruyor: "Bizim ulema bunu 'icazul kuran' teorisine katkı sağlasın diye mucize olarak telakki ediyor kur'andaki tekrarların neresi mucize?"


Öztürk hocam, profesör olması hasebiyle en nihayetinde öğretmen değil mi? Eğitim ve öğrenme psikolojisinde en temel ilkeler var.


Bunlar:

1.) Guthrie'den bitişiklik ilkesi

2.)Thorndike'dan sık tekrar ilkesi

3.) Kofka'dan bütünlük ilkesi

4.) Hebb'dan fizyoloji ilkesi



Thorndike'in görüşüne göre: "uyaran ile tepki arasındaki sinirsel bağ kullanıldıkça güçlenir. Ve uyaran sıklığı devamlı oldukça öğrenme kalıcı hale gelir"


Ve Thorndike, neredeyse bıktırıcı biçimde tekrarı savunur. Yalnızca Thorndike olmayıp "eğitimde tekrar" mefhumunun çoğu zaman etkili bir metot olduğunu söyleyen çok sayıda uzman pedagog vardır. Allahın, Kur'andaki tekrarları bu kadar yoğun kullanmasının sebebi "etkili bir öğretme metodu ve kalıcılık sağlama yöntemi" olduğu için olmasın sakın? Haa bana kalırsa Kur'anın bu özelliği muciz bir nitelik taşır.


Son olarak bu, Kur'andaki bedduaları Allah'ın etmesi ve söz konusu hakaret meselesine gelmek, naçizane kanaat belirtmek istiyorum.


Öztürk, bedduaları Rasullah’ın yaptığını zira Allah’ın olaylara müdahil olmayacağı çünkü koksoca kainatı yaratan Allah’ın böyle *tabiri caizse* basit işlerle uğraşmayacağı ve güncel politiğin içine bir komutan gibi (teşbihi caizse) girmesi tarzında bir söylemi söz konusu. Ama bu konu neye göre basit kime göre basit? Allah, zaten teosentrik (Tanrı merkezli dil) kullanır, yani Kur’anda yağmuru da bizzat direkt Allah yağdırır, Ateşi de bizzat o yandırır, düşmanı da bizzat o bozguna uğratır hatta hatta düşmana bizzat oku o fırlatır. "(oku) attığında da sen atmadın, Allah attı" (Enfal 17-18) Tabii buradan direktmen Allah’ın ete kemiğe bürünüp ok atması kastedilmiyor elbette. Ama şu kastediliyor: Allah her daim her zaman sürece müdahil. Yani tamamıyla Aristocu bir Tanrı algısından uzak olduğunu söylemek gerekmektedir. Deistik bir profilden oldukça uzak bir dil sergiler Kur’an-ı Kerim’in teosentrik yapısı, bu ise Allah’ın her sürece dahil olduğunu ve bizzat kendi ifade üslupları ile açımladığı ihtimalini güçlü kılar. Peki ya Allah’ın beddua ve hakaret etme meselesi hangi bağlamda ele alınmalı ve nasıl bir tevil metodu geliştirilmeli?

Bana kalırsa hiçbir tevile hacet duymaz. Evet, Allah;  bol bol nimetini verip dünya kadar servet bahşedip, her istediğini bu dünayda önüne seren bir Allah’tır dolayısıyla bu kadar zenginlik ve ihtişam bahşettiği kulundan da kulluk vazifesi beklemesi çok doğal olacaktır hatta bu kadar nimet verip de Rasullullah’ı canından bezdirenlere de en sevdiği ve seçtiği kulunu koruyup gözetecektir bu yüzden de gerekirse hakaret de edebilecektir. Ben bunda hiçbir sorun görmediğim gibi Allah’ın kuluna o kadar nimeti bahşettikten sonra tabiri caizse şerefsizlik eden, ve soysuz olan kuluna soysuzluğunu hatırlatacaktır. Kalem suresi 13. Ayette geçen ‘Zenim’ ifadesi böyle bir mana taşır. Babası annesi belli olmayan bir insana "onun anlayabileceği bir dil ile mukabele edilmesinde" nasıl bir sorun var anlayamıyorum. Birde bu (piç) kelimesi ile biten ifadeyi ve soyu sopu bozuk olan bir insana; kınama, uyarma ve hatırlatma mahiyetiyle soyunun  sopunun bozuk olduğunu ve kendisinin de nasıl bir haysiyetsizlik yaptığını ifade edici söz konusu kelime (piç) kelimesidir. Bu kelime, kavga jargonundan bağımsız bir serzeniş veya daha doğru bir ifadeyle "bir itham kalıbı" olarak da kullanılabileceği gibi kavga jargonu olarak da kullanılabilir. Ancak Mustafa Öztürk, burada bir mantık safsatasına başvurup bunu yalnızca kavga jargonuna indirgiyor. Asıl Rasullullah’ın örnek teşkil etmesinden ötürü Allah’ın sözlerine müdahil olması beklenmez, Öztürk’ün tevil metodu Rasul’ün Allah’a tercüman olması değil Rasül’ün haşa kelam uydurması demek oluyor. Özetle, Rasul’ün canını yakan kimselere Allah beddua ediyor ve Kalem suresi 13. Ayetteki gibi sert bir kınama veriyor. Adeta şu mesajı veriyor: "bu isimler öyle iflah olmaz kimseler ki koca kainatı yaratan Allah, dahi onlara beddua ediyor" Sanırım sorun, Allah’ı insani refleksleri olan bir varlıkmış gibi algılamaktan kaynaklanıyor. Hayır, Allah kendisine "Malik-ül Mülk" diyor. Mülkün, sadece ona ait olduğunu ifade ediyor. Ve kendisinin en büyük kibir sahibi olduğunu ve buna hakkı olduğunu söylüyor. Hal böyle iken "Rasullullah’ı canından bezdiren amcasına" bedduayı Allah isterse yapacaktır. Bunda anormal hiçbir durum söz konusu değildir. Nitekim "göğe Andolsun", "gök cisimlerine and olsun" minvalindeki ifadeler de Allah’ın yemini ve duası (rahmet ile muamele etmesi, ihsan eylemesi) gibi bir anlam ihtiva eder. Bu Arapça’da bir çeşit belagat sanatı olup Allah’ın kendi kendisine dua etmesi gibi bir durum söz konusu değildir.


Bir ayet ile bu konuyu bitirmek istiyorum: 


Yarattığım o şahsı (cezalandırmak üzere) tek başına bana bırak!

Kendisine geniş bir servet ve gözü önünde duran oğullar verdiğim

Önüne nimetleri serdikçe serdiğim, arkasından daha fazla vermemi bekleyen kişiyi! (Müdessir 11-15)


"Yarattığım o şahsı bana bırak" diyor Allah, salt lafız Rasulden ise semantik ve mana Allah’tan ise bu nasıl mümkün olabilir? 




Hz.Muhammed (s.a.v) ile Hz. Zeynep Validemizin Evliliğinin Tahlili Ve Eleştirilerine Cevaplar.

  Hz.Muhammed  ( s.a.v ) ile  Hz. Zeynep  Validemizin Evliliğinin Tahlili     Rasul -i Ekrem  Aleyhisselatu   Vesselam’ın   Hz.Zeyneb  ile e...